Taşa ve ahşaba şekil veren hünerli eller yetişti bu bölgeden yüzyıllar boyu. Gesi beldesinden Ağırnas’a kadar uzanan bölgede Mimar Sinan’ın piri olduğu sanatçı ruh her zaman yaşadı. Koramaz dağının kayalarını taşa dönüştürürken camilerde, han, hamam ve medreselerde, kendi evlerinde, köprülerinde kullandılar. Ama taşı yontarak ona zevklerinin en ince ayrıntılarını vererek...
Ünleri o derece artmıştı ki nihayet İstanbul’a gittiler, oradaki binlerce esere imza attılar. Kimisi taş ustasıydı, kimisi ahşap ustası... Kimisi nakkaştı. Bilgileri, görgüleri ile yüzlerce yıllık Anadolu mimarisinin en güzel örneklerini inşa edebiliyorlardı.
İşte o zaman başladı “Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun” diye başlayan türküler. Sılada kalanlar gurbete gönderdiklerine, gurbettekiler sılada bıraktıklarına hep hasret kaldılar, hasret yaşadılar ve hasretlik duygusu ile göçtüler bu fani dünyadan. Bizlere onlardan yanık türküler ve içli duygular kaldı.
Gesi yöresi eskiden beri yeşille iç içe oldu. Yeşilin tonları sarıya ve turuncuya çalarken çeşit çeşit meyveler yetiştiren ağaçlar, türlü türlü sebzeler üretilen bostanlar, bağlar yorgun düştüler. Evler çoğaldı, tarihi doku bozulmaya başladı. Taş binaların yerini beton alırken ahşap sessiz sedasız ayrıldı aramızdan. Ceviz ağaçlarını bile keser oldu insanlar. Tepeler yavaş yavaş kararırken yeşilin yerini de simsiyah bir manzara alıyordu tepelerde. Yine de teselli bulacak ve eskiyi hatırlatacak kadar yeşil dahi insanı mutlu etmeye yetiyor.
Daracık sokaklarda ahşap ile taşın kol kola olduğu evlerin çıkıntıları yollara sarkıyor. Evlerin camları birbirine bakıyor, ama asıl ortaklıkları evlerin kapılarının baktığı ortak avlularda başlıyor. Aynı avluda büyüdük diyen komşu çocukları eskileri anlatırken arkadaş mı, kardeş mi olduklarını unutuyorlar. “Evler yan yana, insanlar can cana idi” diye başlayan anıların lezzetine doyum olmaz besbelli.
Şöyle bir iç çekip de efkarlanan gelinin bu daracık sokaklarda kendini kafese konmuş gibi hissetmesiyle yürekler yakan sesi adeta bu sokaklarda geziniyor gibi.
Gesi bağlarında bir top gülüm var
Hey Allah’tan korkmaz sana bana ölüm var
Bu dünyada ölüm varsa zulüm de var
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim
Türlü türlü bitkilerin kökünden boya elde eden insanlar ceviz ağacına ve cehri adı verilen bitkiye özel bir önem veriyorlardı. Çünkü binalara süsleme yapmak, çeşit çeşit dokumalara iplik iplik renk vermek de onların işi idi.
Tarih bu sokaklardan süzülür gelir
Sanat buralarda hayat bulur
Türkün öz kültüründen gelen türküler
Haber verir geçmişte olup bitenleri
“Ceviz oynamaya gelmiş odama” diye başlayan bir türkü, küçük bir çocukla evlendirilmek zorunda kalan genç bir kızın umutsuz türküsüdür.
Ceviz oynamaya gelmiş odama
Nişanlın da bu mu derler adama
Dayanamam senin kara sevdana
Aman aman olmuyor,
Eş eşini bulmuyor
Kara yağız genç oğlan
Niye gönlün olmuyor
******
Gesi Bağları diye bir türkü, Kayseri’de yediden yetmişe ağızlarda, gönüllerde dolanır durur. Kayseri’nin milli marşı gibidir.
-Ah bir hoş sesli birisi olsa da Gesi Bağları’nı söylese...
Yılların biriktirdiği bir hasretlik duygusu bu.
Gesi Bağları bir kişinin değil, bir toplumun malı. Herkes kendince bir şeyler katmış ona. Belki bir gelinin ağzından ilk defa iki beşliği çıkmış ama, sonradan her bağrı yanan bir bölüm eklemiş, kendi derdini de katmış arasına. Böylece 100 beşlikten bir destansı türkü çıkmış ortaya.
Gesi bağları türküsünün bir hikayesi var mı? Var, hem de bir değil onlarca hikayesi var. Bir temel hikayenin üzerine herkes kendi hikayesini de katmış tabii ki... Bir gelin, kaynanasından çekmiş çekeceği kadar, o da katmıştır iki beşlik. Bir başkası nişanlısını askere yollamış, geceleri gizli gizli ağlarken mırıldanmış kendi duygularını türkünün devamına. Hatta zaman zaman erkek sesleri bile karışmış türküye.
Gesi Bağları türküsünün hikayesi mi? Asıl tema gurbet... Uzak diyarlardan Kayseri’ye gelin gelen bir gencin hikayesi. İnce ruhlu bir gelin. Kelime dağarcığı geniş... Aslında onun bir köy veya bir kasaba kızı olması zor. O şehir görmüş, konaklarda büyümüş bir kız. Alımlı, giyimi kuşamı ile gözler onun üstünde... Anası onu gözü gibi sakınmış hep. Bir gün karşıki konaktan yahut ötedeki yalıdan birilerinin, kızının kısmeti olacağını düşünmüş.
Bir de ağabeyi var. Askeri okulda okuyan uzun boylu, kara saçlı, parlak yüzlü bir delikanlı. İstikbali var, belki de ilerde bir Osmanlı paşası olacak. Lakin şimdi çok çalışması lazım. Hayatın bin bir türlü meşakkati, askerlik sanatının incelikleri onu bekliyor. İradesi sağlam, gözünü ufuklara dikmiş, sabırlara bekliyor her şeyi.
Aslen bu aile, hafızam beni yanıltmıyorsa, Kastamonu Daday’dan İstanbul’a yıllar önce göçmüşler. Kızın babası bile İstanbul’da doğmuş, düşünün ötesini artık... Onlar İstanbullu olmuşlar olmasına ama Daday’daki akrabaları da unutmuş değiller. Kırk yılın bir başı akrabalardan birileri çıkıp gelir Daday’dan ama o kadar...
Baba, tecrübeli bir insan... En verimli çağında ve bir devlet görevlisi olarak Sadarette önemli bir mevkide. Oğlundan yana bir kaygısı yok babanın. Lakin bir parçacık kızını düşünmekte... Anasının dizinin dibindeki kızı için baht açıklığı dilerken, onu şöyle istakbali açık bir köklü ailenin çocuğu ile başgöz etmenin hayalini de kurmuyor değil. Gerçi kızı ile ilgilenecek vakti yok. Oturup da şöyle baba kızın bu konuları konuşmaları mümkün değil ama eşine zaman zaman üstü kapalı da olsa imalarda bulunuyor.
Anne, bir İstanbul hanımı. Zerafet ehli. Eviyle, aile fertleri ile son derece ilgili. Zamanın gereği musiki dersleri almış, görgüsü beyinin rahat etmesini sağlıyor. Bir konağı çekip çevirmesi bir tarafa, eş-dost ziyaretlerinde de konuşmasıyla, kültürüyle takdirlere mazhar oluyor. Modayı da takip ediyor karınca kararınca ama oturaklı bir yapısı var. Kendisine uymayanları, kendi ağırlığına uydurmayı başarıyor.
Annenin tek kaygısı ise kızı. Biricik kızı onun baş tacı ama son yıllarda zaman zaman kızının başında kavak yelleri estiğini düşünüyor. Anlamakta zorlandığı anlar çoğalıyor, bazan sesini ciddileştirerek “Leylaaa!” diye seslendiği zamanlar artıyor. Ama yine de dizginlerin kendi elinde olduğundan emin. Leyla, daha küçük... Boyu posu yerinde ama... Güzelliğine diyecek yok ama... Yine de bazen bir şeyler oluveriyor. İpin ucu kaçıveriyor. Olsun. Gelip geçer bunlar diye düşünüyor. Bahtı açık olsun, aileye layık bir kısmeti çıkınca her şey düzelecek, bunu gayet iyi biliyor.
Günün birinde bahar mevsimi artık kendini iyice hissettirmeye başladığı bir zamanda, bahçeden türlü türlü kokuların yayıldığı, iğde kokularının rüzgarla birlikte, leylak kokularına karıştığı bir zamanda konağın yaz için boyanması ve tamiratının yapılması gerektiği için baba İbrahim Paşa, bu işle ilgili olarak yaverine görev veriyor. O yıllarda Anadolu’nun sanatkarları İstanbul yolunu boylamışlar bile. Kışı memleketlerinde geçirip İstanbul’a geliyorlar yavaş yavaş.
O yıllarda Kayserili ustalar çok meşhur. Hepsi de işinin ehli. Kimi nakkaş, kimi hattat, kimi taş ustası, kimisi bina ustası, kimisi ahşap ustası. Ağırnas’tan, Bürüngüz’den, Gesi’den, Germir’den, Endürlük’ten, İstefana’dan, Dimitri’den kalkıp İstanbul’a gitmek yüzyılların alışkanlığı... İşleri sağlam, yürekleri pek. Sözleri senet. Kazanacaklar ve kış bastırmadan köylerine dönecekler. Lakin İstanbul’a yerleşenleri de var. Uzun ayrılıklar, hep o ayrılıklar ne ederse ediyor. Kimisi bir sevda uğrunda kalıyor İstanbul’da, kimisi devlet kapısına kapılanıp kalıyor payitahtta. Sinan gibi bir büyük ustanın ayak izlerinden giden bu insanlara hürmet de büyük.
-Kayserili ustalar yaptı bu şadırvanı.
-Bizim konağı da onlar tamir etti.
-Bu sandık tıknaz bir Kayserili ustanın elinden çıktı.
Daha neler söyleniyor neler... İşler iyi... Kazançları evlerine rızık oluyor. Vuslat günü gelmek bilmiyor ama elden ne gelir. Analar, babalar, yavuklular, arkadaşlar özleniyor, yad ediliyor. Mektuplar yazılıyor varaklara, sevda türküleri söyleniyor inceden ince. Kayseri bir uzun yol, mektuplar üç ayda buluyor sılanın yollarını. Ama türküler her zaman dillerde.
Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun,
Gördün güzelleri beni unuttun,
Sılaya gelmeye yemin mi ettin.
Gayrı dayanacak özüm kalmadı,
Mektuba yazacak sözüm kalmadı.
Yarim sen gideli yedi yıl oldu,
Diktiğin fidanlar meyveye geldi,
Seninle gidenler sılaya döndü.
Gayrı dayanacak özüm kalmadı,
Gençlik elden uçtu gitti,
Gelmene lüzum kalmadı.
Gesi’den tüyü daha yeni yeni biten Ali’nin de sevdası hep İstanbul olmuş. O boya ustası. Üç yıldır İstanbul yollarını aşındırıyor. İyi ustaların yanında yetişiyor. Ailenin gururu bir evlat. İstanbul’da kazanıp anasına babasına, kardeşlerine rızık taşıyor. Yaşı küçük ama boyu uzun, adaleleri kuvvetli, kara saçlarının altında pırıl pırıl beyaz bir yüzü var. Bakanın bir daha baktığı bir Allah vergisi parlaklık... İnceden inceye bir delikanlı...
Yaver, işini sağlam yapmanın telaşıyla en iyi ustaları bulup getiriyor konağa. Hepsi de Kayserili. Paşaya rapor ediyor durumu ki paşanın memnuniyeti artsın. Nihayet beklediği gibi seviniyor İbrahim paşa.
-Aferin yaver, iyi etmişin, aferin!
*****
Bir sevda türküsü böyle başlıyor. Ali ile Leyla’nın türküsü...
Ne oluyorsa daha ilk günden oluyor. Yazgıya bozgu olmaz derler. Daha ilk günden karşılaştırıyor kader onları konağın bahçesinde. Bir yürek yangısı başlıyor, bir kıvılcım çakıyor. O günden sonradır ki Leyla’nın konağı onaran ustalara ilgisi, sevgisi çoğalıyor. Ali’yi görmeden duramaz oluyor. Ustalar da durumu çok geçmeden anlayıp çekiyorlar Ali’yi karşılarına başlıyorlar anlatmaya:
-Ali, yiğit Ali, can Ali, iyisin, hoşsun, mertsin, yiğitsin... Sözümüz yok arkadaşlığına, dostluğuna, yiğitliğine. Lakin davul bile dengi dengine. Sen ekmeğinin peşinde İstanbullardasın. O bir İstanbul kızı. Yaşı küçük anlamaz daha hayattan. Hoş sen de küçüksün amma... Ateşle oynamak doğru değil. Bu iş akıl işi değil. Bak bize söz getirirsin. Bırak şu kızın peşini, dellenme.
Bir kulağından girer Ali’nin öbüründen çıkar. He der, haklısın ustam der usulca, lakin, Leyla’yı görmeden duramaz yine. Uzaktan uzağa bakışmalar, gizli gizli buluşmalara karışır gider. Ve bir gün olan olur. Leyla bir mektup bırakır yatağına, Ali ile bir gece ansızın kaçıp gider. Kader böyle yazılmıştır, elden bir şey gelmez.
Konakta sabah ustalar daha Ali’nin yitik olduğunu anlayamadan bir figan feryat kopar. Leyla’nın anası, hizmetçiler ağlar dururlar. Paşababa kızgın, öfkeli öfkeli döner durur odada. Bir mektuba bakar delirir, bir hanımına bakar köpürür. Yaverini paylar durur durmadan. Yaver bir ara dili ile dişi arasında “buluruz paşam, uzaklara gidememişlerdir” diyecek olur ama bu sefer kükrer Paşababa:
-Hayır, benim böyle bir kızım yok, bir daha o bu eve adımını atamaz. Sakın ola peşine düşme, nerede olduğunu dahi bilmeyeceksiniz. Benim böyle bir kızım yok artık.
****
Gesi’de daha güzün başlangıcındayız. Bağ bozumu yeni bitmiş. Ali’nin gelmesine iki ay var.
Yolcular, uzun bir yoldan geliyorlar. Ali, eski dönüşlerini hatırlayıp dudakları gevşiyor, gülümsüyor. Ne büyük mutluluktur sılaya kavuşmak, bağrına basması insanın anasını, babasını, kardeşlerini. Koca bedestenli koca Kayseri’ye geliyorlar, kümbetler dizi dizi, ulu ulu camiler, medreseler, hamamlar, çarşılar, İstanbul havası koklatan Kurşunlu Camii, neler neler... Ve gök kubbeyi yırtarcasına bir doruk, koskoca bir şehri kucağına oturtmuş gibi ak saçlı Erciyes.
Yapraklar sararmış, yerler gazellerle örtülmüş. Hışır hışır yürüyor iki can, iki nefes, kaderin onlara ne getirdiğini bilmeden. Bir akşam alacasında Ali’nin eli tahta kapının tokmağına sarılıyor, nefes nefese...
-Ah ana sen bilmezsin neler oldu, gurbet elde Ali oğlun kendine bir suna buldu, Leyla senin gelinin ana, ver elini öpeyim hakkını helal et bana!
İki şaşkın bakış, oğluna sarılmayı unutmuş, yanındaki süslü püslü kıza bakıp durur. Ali, anasının elini öper ama anası hala kendinde değildir. Bu da nereden çıktı başımıza der durur düşünceden düşünceden. Akşam babası namazdan gelir amma al birini vur ötekine. Ne bir bayram sevinci, ne bir hoşnutluk... El vermezler, dil vermezler. Ağaları yan bakar dururlar Ali’ye.
-Yenlicek Ali, sırası mıydı şimdi bunun. İstanbul’a gidip de şehir kızı getirmenin alemi nedir? Yarın koyup gideceksin bu şehir süsünü köy yerine, anamızın babamızın başına. Demezler, ah keşke deseler, hatta Ali’nin suratına iki yumruk dahi vursalar Ali’ye iyi gelecek. Gesi bağlarının tılsımı işte o zaman bozulur.
Ali ile Leyla’nın nikahını bir imam kıyar. Ne telli duvaklı gelin olur Leyla, ne de damat tıraşı olur Ali. Davullar çalmaz, zurnalar ötmez. Halaya durulmaz boylu boyunca.
Karanfilsin kararın yok
Gonca gülsün derenin yok
Güzel senin saranın yok
Eli karanfilli gelin
Başı deste güllü gelin
Ali’nin yüreği yanar durur, yanar durur... İçindeki ateşi bastıramaz olur. Çıkar yücelerden Erciyes’e bakmaya... Lakin, mevsim kış, yücelerin yücesi Erciyes görünmez olur.
-Ah Leyla ah Leyla, bak neler oldu. Seni sevmedilerse beni de mi sevmezler. Benim sevdiğimi niçin bilmezler. Ben onların Alisi değil miyim? Genç yaşımda gurbetlerde kazanıp onlara taşımaz mıyım? Ağalarımın bunca umarını görmüşüm. Çocuklarına kendi çocuğum gibi bakmışım, yengelerime ne hediyeler almışım, şimdi ne oldu bunlara böyle? Seni sevmezlerse beni de mi sevmezler? Seni bilmezlerse beni de mi bilmezler?
Kış günleri çok zor geçer. Konakta büyümüş İstanbul kızı Leyla, Gesi’de evin hizmetkarı olur ama yine de yaranamaz. Yaptığı kusur olur, yapmadığı kusur. Tek tesellisi vardır Alisi. Alisi yanı başında ya katlanırım her şeye der. Der ama iki sevgili yemekten içmekten kesilirler bir süre. Ali de kabuğuna bürünür durur. Az yer, az konuşur, gülmez olur al yanakları. İşte o gün bir şeyler kıpırdar Leyla’nın içinden. Bir sevinç midir, bir çığlık mıdır, bir korku mudur, bir duygu ki anlatılmaz. Yavrusunun ayak sesleri gelir gecenin bir yarısı uyku arasında... Dinler ki Leyla, ne olduğunu anlamadan. Dinler ki ürpermeyle dolar yüreği. İlk başta söyleyemez Alisine. Bir gün cesaretini toplayıp çıtlatır usulca.
-Hey Ali hey! Niye gönlünce sevinemedin? Şu karşıki dağlara çıkıp da haykıramadın doya doya. Sana yakışır mıydı Balagesi’nin inlerine girip de gizli gizli ağlamak. Sen sevda nedir bilir misin Ali? Söyle bana bilir misin? Hani yiğittin, cesurdun sen? Seni erittiler mi, bitirdiler mi hemen. Duvarı nem, insanı gam yıkarmış ha! Leyla’nın sevgisi yetmedi mi sana? Niye büküldün Ali, niye? Niye doğrulmadın babayiğitçe. Sana yakışır mı, ezilmek, bükülmek, yiğitliğine, mertliğine.
-Ben seni sevdim Ali, sevgimin meyvesini kucaklasana. Niye değişiyorsun Ali, niye? Gurbette cefayı öğrenmedin mi? Leyla’nım ben, unuttun mu? Beni buralarda bırakma Ali. Beni buralarda bırakırsan ben ölürüm. İstanbul’a gitme Ali, buralarda çalış. Beni kimsesiz gibi anana babana bırakma!
-Niye kaçıyorsun Ali, niye. Benim vebalimi alma. Beni düşün, yavrumuzu düşün. Beni susuz bırakma, öksüz bırakma.
Değişirmiş insan değişirmiş. Bükülürmüş insan bükülürmüş.
Yine iş mevsimi gelir. Ali, hıçkıra hıçkıra ağlayan Leyla’sını ve daha kundağını dolduramayan yavrusunu bırakıp İstanbul’a çalışmaya gider. Ali için bir kaçıştır aslında. Gönül Leyla’sına sahip çıkamamıştır. Leyla’yı bırakıp gitmenin ne demek olduğunu bilir Ali. Ama yine de gider. Giderken dönüp bakmaz ardına. Bu gidiş, gidiş değildir onun için. Bir çırpıda silmiştir herkesi gönül defterinden, Leyla’yı bile.
Birer birer saydım da yedi yıl oldu
Diktiğin fidanlar meyveye durdu
Seninle gidenler sılaya döndü
İstanbul yoluna diktim gözümü
****
Leyla’nın hayatı bir işkenceden farksızdır. Ali’nin dönüşü hiç olmamıştır. Mevsimler geçer, yıllar peşi sıra gelir. Dikilen fidanlar büyür, Leyla’nın biricik yavrusu Mehmet büyür, dillenir, koşar. Artık göz pınarlarından akan yaşlar kurur, kör kuyular gibi dipsiz, uçsuz bucaksız olur.
Herkes Leyla’nın derdine ortak olur zamanla. Leyla’nın dertli dertli söylediği türkülere onlar da kendi dertlerini katarlar. Hatta erkekler bile bu türküleri söyler olurlar. Onlar bile birkaç dörtlük söyleyip kendi dertlerini dillendirirler.
Kimisi Ali’yi İstanbul’da gördüğünden dem vurur. Kimisi orada evlenmiş, çocukları bile olmuş der. Bazıları Ali’nin ince hastalıktan öldüğünü anlatırlar. Kimisi ise çalıştığı inşaattan düşüp öldüğünü söyler. Kesin olan bir şey var ki o da Ali’nin dönmediğidir. Leyla’nın göz pınarlarından akan yaşlarla boğulup gittiğidir.
*****
Yıllar sonra bir gün bir Osmanlı paşası Gesi taraflarından geçerken çeşme başında oturan insanlara yaklaşmış ve :
-Buralarda Emir oğlu sülalesi diye bir sülale varmış, tanır mısınız, diye sormuş.
Hepsi de tanırız demişler. İçlerinden birisi:
-Buyur paşam, kimi sorarsan söyleyelim, demiş.
-Emir Oğulları sülalesinden Leyla Hanım’ı soracaktım, durumu nasıl merak ettim, sağ mı, çocukları var mı?
-Vallahi paşam, Leyla çok çekti. İstanbul’dan buraya gelin geldi, gelmez olsaydı. Oğlanın anası babası yüzüne bakmadılar, oğlanın ağabeyi, yengeleri etmediğini bırakmadılar. Leyla çok çekti çooook! İstanbul’a hep dönmek istedi ama dönemedi. Kırkına varmadan öldü paşam. İstersen akrabaları ile görüştürelim seni.
-Yok hayır, hayır! Çocuğu var mıydı?
-Paşam, bir Mehmet’i oldu, başka da yok.
-Mehmet, nerede, ne yapıyor şimdi?
-Valla Ali’nin ağabeyi Mustafa’nın yanında ırgatlık yapıyor, yüzü gülmüyor delikanlının.
-Bana Mehmet’i bulup getirir misiniz?
-Hayrola paşam, siz Leyla Hanımı nerden tanıyorsunuz?
-Ben onun ağabeyi olurum.
Koşarlar Mehmet’i bulup getirirler. Ali’nin ağabeyi Mustafa da koşar gelir paşayı duyunca. Paşa, Mustafa’nın yüzüne bakmaz bile. Mehmet’i basar bağrına, çeker bir köşeye bir şeyler anlatır ona. Mehmet’i bindirdiği gibi arabasına ver elini İstanbul.
Derler ki Leyla’nın ölümünden sonra Gesi Bağları’nın tılsımı bozulmuştur. O günden sonra asmalar üzüm vermez olur, karanfiller, nevruzlar, çiğdemler solar. Ceviz ağaçları, kayısılar, elmalar, armutlar, vişneler, kirazlar uzun zaman meyve vermez olur. Kimisi soğuk algınlığına verir, kimisi bir başka şeye. Şimdi artık meyve verse de insanlar eski lezzetini bulamazlarmış. Eskiler hep hayıflanır dururlarmış, göz baka baka heder ettik Leyla’yı da Ali’yi de derlermiş.
O günden sonra Kayserili ustalar İstanbul’da rağbet görmez olmuş. Konaklarda, yalılarda, köşklerde, saraylarda konuşulmuş Leyla’nın hikayesi. Konuşulmuş ama elden ne gelir demekten öte bir şeyler olmamış.
Doğru ya...
Güneşe yazı yazılmaz imiş,
Yazgıya yazılan bozulmaz imiş.
Kaynak: S. BURHANETTİN AKBAŞ
14 Kasım 2008 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder